Zerrin Oktay Yazdı : Ödemem Gerek
Son ekonomik krizden sonra filtresiz sigara içmeye başlamıştı.

Dudağına yapışan tütünleri temizlemek daha zahmetli olduğu için onun yerine ağzına götürdüğü kısmını parmaklarıyla sıkıştırarak çeviriyor, dumana incecik bir geçit bırakıyordu. O geçitten süzülen incecik duman bulutunun daha da şeffaflaşarak odanın içine yayılışını, kitaplıktaki sırtı sararmış kitaplara konuşunu izledi bir süre.
Ağır ağır odanın içinde dolaşmaya başladı. Kitaplıktan olabildiğince uzak durmaya, sanki oraya konan duman bulutunu dağıtmaktan çekinircesine hafif bir kavis çizerek ötesinden geçmeye gayret ediyordu. İki, üç tur attı bu şekilde ve çizdiği kavisten rahatsız olmaya başladığı an dosdoğru kitaplığın karşısına geçti. Kitapların çoğunu itip çekerek, onları yerlerinden oynattı. Dumana, bu evde patronun kim olduğunu anlatıyordu bu davranışıyla. Sonuçta kirasını ödeyebiliyordu. Geçici de olsa iş bulabiliyordu. Nefes alabiliyordu, hatta yaşıyordu.
Mutfağa gitti, çaydanlığı ocağa koydu ve tekrar oturma odasına döndü. İlk olarak ne zaman öldüğünü çok iyi anımsıyordu. Akdeniz’in nazlı Ege’yi kollarına almasına çok az kalmıştı. Her yana mutlu kavuşma öncesi yaşanan sessizlik hâkimdi. Sonra bir anda her şey değişti. Sessizlik yerini neye uğradıklarını anlayamamış insanların çığlıklarına bıraktı. Kulaklarında uğuldayan fokurdama seslerini duydu bir kez daha. Yer yer iniltiler, yakarışlar ve metalik yırtılma sesleri arasında fokurdayan deniz. Sonradan televizyon ve gazetelerde bu kaza haberine uzun uzun yer verildi.


Bir an gazeteleri sakladığı yeri hatırlamaya çalıştı. Onları büyük olasılıkla yatağının altına yerleştirmişti. Derken gözünün önünde aslında çok eski olmayan fakat sanki üzerinden bir asır geçmişçesine derinlere saklanmış o tanıdık manzara canlandı. Gazeteler… Gazeteleri yere sermiş, listeleri inceliyordu. İsimler, isimler, isimler… Sonra yüzler, sonra sesler, sonra fokurtu sesleri… Sol bileğini kestiği anda fışkıran kanın sesi… Kırmızı başlıklar, kırmızı isimler, kırmızı, kan kırmızı yerler…
Batan gemiden sağ çıkabilen çok az kişiden biriydi. Ölenler, kaybolanlar… Bitmeyecekmiş gibi görünen isim listeleri… Kimseye yardım edememiş, bir tek kendini kurtarabilmişti, bir tek kendini, hepsi bu kadar. Onca yaşam, onca umut, onca anı ölümün gizeminde yitip gitmişti ama kendisi sağ kalmıştı. Kendini kurtarmak için kim bilir kaç başı batırmış, kaç kola asılmış, kaç omzu tekmelemişti. Kim bilir kaç geleceğe mal olmuştu kurtuluşu, kaç cana. Sol eliyle listeden kim bilir kaç isim silmişti.
Fokurtu sesleri giderek yükselmeye, kulaklarını tırmalamaya başladı. Cinnete sığınmayı ne çok istemişti, ne çok beklemişti, bir sevgiliyi bekler gibi. Fokurdama sesi bütün odayı doldurmaya başladı. Oturduğu koltuktan kalktı ve yine odayı turlamaya başladı. Daha birinci dönüşünde açık kapıdan mutfağa takıldı gözü. Mutfağın içi yoğun bir buhar bulutuyla kaplanmıştı. Çayı anımsadı.
Çay fincanını alıp balkona çıktı. Karşıdaki evlerin bacalarından süzülen dumanı izledi bir süre. Sonra aşağıya baktı. İki yıl önce atladığında elinde çay fincanı belki de yoktu. Daha doğrusu o günü bu kadar ayrıntılı hatırlamıyordu. Ayrıntılar acıtmayınca kolayca unutuluyordu. Büyük olasılıkla elleri boştu. Üşüdüğünü fark etti ve içeri girdi. Ortalama bir insanın atladığı zaman mutlaka ölmesi gereken bir yükseklikti ama işte, insan bir kez zebani olmayagörsün, değil dördüncü kattan, uçaktan atlasa yine sağ kalabilirdi. Kaç kez intihar etmiş, kaç kez hastanelik olmuştu. Her denemesinde kısmen ölebilmişti. Ya yaşamdı kendisiyle inatlaşan, ya da ölüm. Belki de cezalandırılmıştı. Ah, evet, kesinlikle cezalandırılmıştı.
Kapının sesiyle kendine geldi. Mutlaka yine alt kattaki komşusuydu gelen. Fincanı masanın üstüne koydu, derin bir nefes aldı ve sokak kapısına yöneldi. Kapıya gelen komşusu değil ama onun eşiydi. “Bu kez de hanımı gelmiş,” diye homurdandı içinden, “bunun derdi neymiş bakalım.” Kadın gözlerini dikmiş, öylece ona bakıyordu. Buyur etmesini bekliyormuş gibi bir hali vardı. Yok artık, daha da neler! Üzerinde sabahlıkla bornoz arası, ne olduğuna karar veremediği, göğsüne yakın bir yerden kuşakla bağlanmış, açık mavi bir giysi vardı. Kocaman karnından, bugün yarın doğum yapacağı anlaşılıyordu. Elini yumruk yapıp dudaklarına götürdü ve hafifçe öksürdü. Ses tellerini temizlemişti ama aklına diyecek bir söz gelmiyordu. İşin tuhafı, kadın da susuyordu. Öylece kapıda bakıştılar bir süre. Komşunun eşiyle öylece sus pus kapıda dikilmek oldukça rahatsız edici bir durumdu aslında. Tam o sırada kadın birden derin soluk alıp vermeye başladı. Alnında birikmiş olan boncuk boncuk teri o zaman fark etti. Kadın güçlükle ve fısıltıyla tıslama arası bir tonda konuşmaya başladı, “Kocama ulaşamıyorum.” Derin bir soluk daha aldıktan sonra devam etti, “Lütfen yardım edin. Geliyor!” Sözünü bitiremeden ani bir kasılmayla iki büklüm oldu. Bir anda dehşete kapıldı. Bebek geliyordu, kadın doğum yapıyordu, kapı aralığında üstelik! Ne yapması gerektiğinden tam emin değildi. Yine de ani bir kararla kadını kollarından tutup duvara yasladı ve hemen içeriye koştu. Bir iskemle kaptı ve oturmasına yardım etti. Aceleyle üzerine paltosunu aldı ve terliğini çıkarıp ayakkabısını giydi. Kadın iskemlenin sadece kenarına oturmuş, başını duvara yaslamış ağlıyordu. Bir yandan karnını kucaklamaya çalışıyordu.
Kapıyı kilitleyip anahtarı cebine attı ve kadının koluna girip kalkmasına yardım etti. Merdivenlerden inene kadar düşüp yuvarlanmaktan, düşerken zavallı anneyi de birlikte yuvarlamaktan korktu. Neden sanki karşı komşusuna gitmemişti? Kata geldiklerinde diğeri sanki onu duymuş gibi yanıtlamaya çalıştı, “Fikrîye Hanım’lar evde yoktu. Ayak sesinizi duymuştum.” Kocası da hep ayak sesi yüzünden geliyordu kapısına. Demek arada bir işe de yarıyordu takma bacağın çıkarttığı ses.
Caddeye indiklerinde taksi bulmak için çok beklemeleri gerekmedi. Hastane kapısında ise çabucak bir sedye bulundu ve kadın sağ salim uzman ellere teslim edildi. Taksi şoförüne teşekkür edip parasını ödedikten sonra bekleme salonuna yöneldi. Neden?
Kadının ailesine haber verme şansı yoktu. Protez bacağı yüzünden sık sık kapısını yumruklayan kocasından başka kimseyi tanımıyordu ve onun da telefonunu öğrenmeye hiç gerek duymamıştı. Hatta adlarını bile bilmiyordu, ne kavgacı adamın, ne de eşinin.
Bekleme salonunda kendisinden başka iki kişi daha vardı. Kısa zaman sonra bekleyenlerden birine müjdeli haber geldi. Bir kızı olmuştu. Diğer adam biraz içerlemiş bir tonda söylenmeye başladı, “Biz onlardan daha önce geldik.” Zamansız ölüm kadar zamansız doğumlar da dikkat çekiyordu demek. Sorun doğumda veya ölümde değil de zamanda mıydı yoksa?
Sigara içmek için dışarıya çıktı. Reşadiye’den sonra kendisi için zaman durmuştu. Onca insanın ölümü pahasına hayatta kalmış ama hayatı yaşamayı başaramamıştı. Yıllardır kendisinin de o kazada ölüp gitmeyişinin bir anlamı olması gerektiğini düşünmüş, ne kendi yaşamına, ne izlediği yaşamlara kayda değer bir anlam yükleyememişti. Zaman zaman, bir görevi olduğuna kendini inandırmış, sonunda yine boşu boşuna yaşadığını görmüş ve ölmek istemişti. Türlü denemelerden sonra tek başına ölemeyeceğini anlamış, Reşadiye’de tanıştığı cinnetin onu tekrar gelip bulacağına inanmıştı. Cinnetsiz intihar mümkün görünmüyordu. Son denemesinde bile bu gerçeği göz ardı etmiş, daha önceleri defalarca yeltenip sonra korkarak vazgeçtiği halde sonuncu denemesinde kendini gereken cesareti topladığına inandırmıştı. O atlarken gelen kamyonu görmezden gelmişti. Kamyonun branda kaplı kasasına rastlantı süsü verip kendini boş yere kandırmaya çalışmıştı. Cinnetsiz intihar mümkün değildi.
Bilerek ve isteyerek yetersiz ilaç yutmuştu. Midesi yıkanabilsin diye özellikle de dayıoğlu yanındayken yapmıştı bunu. Cinnetsiz ölmek mümkün değildi. Atladığında da öle öle bir tek tekme atan bacağı ölebilmişti. Günün birinde çeken, asılan, batıran sağ kolu da ölebilecek miydi?
“Pekiyi, buraya neden geldim?” diye geçirdi aklından. O kadının ya da doğacak bebeğin hayatını kurtarma isteğiydi onu harekete geçiren. Birilerine yardım ederek içindeki zebaniyi yok edeceğine inanmıştı bir an için. İçerideki adamın sözleri geldi aklına, ‘Biz daha önce gelmiştik.’
Akşam evine döndüğünde bacağındaki ağrının canını daha fazla yakmaması için hemen yatağa attı kendini. Gecenin ilerleyen saatlerinde kalkabildi ayağa. Çekmeceden kurşun kalem aldı ve masaya oturup yazmaya başladı. Kendisine armağan edilmiş yaşamı tüketmeye çabaladıkça nasıl ziyan ettiğini yazacaktı. Bu yükün dayanılmaz ağırlığını yazacaktı. “Bir şekilde ödemem gerek…” diye başladı satırlarına. Dileyen okur, dileyen yok sayardı.
Bir yanda ölmeyi bekleyen ama bir türlü ölemeyen, yaşını almış insanlar, diğer yanda hayatının baharında gençler ve işte, hayata merhaba bile diyemeyen bebekler vardı. Yazmaya devam etti, “Komşunun bebeği ölü doğdu…”
Zerrin Oktay
zerrinoktay.bodrum@gmail.com