Zerrin Oktay Yazdı : Sırtüstü Kelebek Masalı

Hani İstanbul’un taşı toprağı altındır sözü var ya, işte Alanya’da altın yalnızca kuyumcularda bulunurdu. Oranın taşı toprağı dövizdi.
Bugün de farklı olduğunu sanmıyorum. Yalnız Alanya, suyunu da gölgesini de çapraz kura tabi tutuyordu. Açıkçası, bedava bir ağaç gölgesi bile bulunmuyordu. Neyse ki en azından ağaç gölgelerinde Türk Lirası da geçiyordu. Alanya’nın geceleri de bambaşkaydı; denizde kum, caddelerde Rock-Bar bulunurdu. Bu barlarda dışarıya yayın yapıldığından ve bitişik düzen sıralanmış olduklarından, kapanış saatlerine kadar değil uyumak, sokaklarda dolaşmak bile kâbus gibiydi.
O akşam eşimle evde çamaşır yıkamıştık. Elbette bara gidecek parası olmayan bizim gibiler otomatik çamaşır makinesi de alamadıklarından, çamaşırlar elde ya da leğen içinde dans etmek suretiyle ayakta yıkanıyordu. Bence kendimizi çarşı tarafından gelen müzik seslerine fazlaca kaptırmıştık, çünkü iç çamaşırlarımızı bile tümden yıkadık. Ne giysem diye düşünürken aklıma mayom geldi. Deyim yerindeyse tam bir babaanne mayosuydu. Eşimin de giyebileceği bir pantolonu bile kalmamıştı. Hepsi ıslak, ipte asılı duruyordu. Bize evini açan arkadaşımız sağ olsun, ona yeni aldığı siyah kot pantolonunu ödünç verdi. Son çamaşırı asıp üstümüze giyecek bir şeyler ayarladıktan sonra dolaşmaya çıktık.
Alanya’da gündüz para eden gölgeler, geceleri de aynı geleneği, bu kez biraz daha pahalı olarak sürdürüyordu. Biz de o gün dışarıya çıkacağımızı düşünmemiş, elimizdeki son parayla ekmek ve beyaz peynir almıştık. Bu nedenle hiçbir yerde oturmayıp yalnızca dolaşmaya karar verdik; karnımız nasılsa toktu. Neyse ki hareket halindeyken para ödemek gerekmiyordu. Biz de hiç durmadan yürüdük. Böyle diyorum ama aslında Damlataş Mağarasının önünde başlattığımız yürüyüş az sonra bitiverdi. Buna karşın, eve dönmek için vakit daha çok erkendi. Birden aklımıza sahil tarafı geldi ve biraz da kumsalda dolaştık. Yarım saate kalmadan kumsal da bitince Alanya’nın diğer tarafındaki kumsalını gezmek istedik. Hem diğer tarafın sahili daha ışıklıydı. Deniz yakamozlarla kaplanmıştı ve bu haliyle çok güzel görünüyordu.

Derken eşimin canı denize girmek istedi. Bu fikir benim de aklıma yattı; ne de olsa içimde emektar mayom vardı. Eşim her zaman şort tipi iç çamaşırı giyerdi ama o akşam tümünü yıkadığı için o da kendi biricik emektarı, slip model beyaz iç çamaşırını giymişti. Gece denize girmeyi çok severdim. Hemen soyunmaya başladım. Bizimki hiç oralı olmadı. Anladım ki denize arkadaşın emanet pantolonuyla girmeye niyetleniyordu. Oysa ilk kez ıslanacağı için çekebilir ya da tuzlu suda rengi atabilirdi. İtiraz etmem hiç hoşuna gitmedi. “Neyle gireceğim o zaman denize?” diye homurdanmaya başladı. Kendisine iç çamaşırıyla girmesini önerdim ama ben daha sözümü bitiremeden hemen atıldı, “Yahu ben maganda mıyım? Girmem donla denize!” Eşimi iyi tanıyordum, onunla tartışmanın hiçbir anlamı yoktu ama diğer yandan işin içinde emanet bir pantolon vardı. En sonunda oy birliğiyle çıplak yüzmesine karar verdik.
Çarşı tarafındaki plaj anayola bitişikti ve anayolda her zaman trafik yoğunluğu vardı. Oldukça iyi aydınlatılan plajda bizi mutlaka görenler olacaktı. Bunu önlemek için de bir plan yaptık. O çırılçıplak soyundu, ben de üstümdeki babaanne mayosuyla arkasına geçip ona siper oldum ve uygun adım giriverdik denize. O gece hareket halinde kalması gereken bir tek biz değilmişiz meğer. Sahilde uzaktan yaklaşmakta olan birkaç kişinin silueti göründü. Yürüyüş biçimlerinden erkek oldukları anlaşılıyordu. Adamlar bizim giysilerin yanına gelince durdular. Ben giysilerimizi çalacaklar diye telaşa kapıldım.
Meğer adamların hırsızlık yapmaya pek niyetleri yokmuş. Onlar da soyunmaya başladılar. Don ve atletleriyle birer birer denize atladılar. Yanımıza doğru kulaç atmaya başladılar. Adamlar yaklaştıkça korkum büyümeye başladı. Hayatımın ilk naklen tecavüz olayına karışacaktım, hem de kurban rolünde. Üstelik eşimin de saçları uzundu. Hemen aklıma bir fikir geldi.
“Şimdi sen bana şöyle diyeceksin: ‘Yahu biraderim Ahmet, deniz hiç de o kadar soğuk değilmiş.’ Sen öyle dersen bir taşla iki kuş vururuz. Hem senin sesinden erkek olduğunu anlarlar, hem de bana Ahmet dediğin için beni de erkek sanırlar.”
“Bak, onun yerine ben şimdi sırtüstü kelebek stilinde yüzeceğim. Bana güven, kimse benim gibi sırtüstü kelebek yüzemez. Kaldı ki kadınlar asla böyle güçlü kulaçlarla yüzemezler. Adamlar görünce apışıp kalacak ve arkalarına bakmadan kaçacaklar.”
Bunu der demez hemen harekete geçti. Sanki arkasına bakmadan kaçabilmenin püf noktalarını gösteriyormuş gibi geldi, yani sırt üstü kelebek stiliyle. Bu düşünce hoşuma gitmedi. Bana vaktiyle anlatılan bir öyküyü hatırlattı. İstanbul’da yaşarken oturduğumuz mahallenin Bahriye adında bir delisi vardı. Öykü yaşanırken o henüz on dokuz yaşlarındaymış. Nişanlısıyla birlikte gecenin ilerleyen saatlerinde, Silivri’nin Semizkum Mevkiinde otomobili tepeciklere sürüp, güzel bir yerde durdurmuşlar ve denizi izleyip birbirleriyle hoşça vakit geçiriyorlarmış. Derken ellerinde kalın sopalarla beş altı kişi gelmiş. Bahriye’yi zorla araçtan çıkartmışlar ve nişanlısını korkutmak için arabasının camlarını kırmışlar. Kendi canını kurtarmak istiyorsa basıp gitmesini söylemişler.
Nişanlısı da arkasına bakmadan gaza basıp gitmiş. Evet, kaçmış ve güzel Bahriye adamların yanında kalakalmış. Bahriye’yi önce biraz hırpalamışlar. Sonra da, daha ağır dayak tehditleriyle iyice korkutmuşlar. Kızcağız istediklerini yapmış. Ağır ağır soyunmuş… Gerisini hatırlamıyordu. Yıllarca psikoloğa gitmiş ama iyileşememiş. Öyküyü hatırlayınca, ben de kendimi Bahriye gibi hissettim. Başıma gelecekleri düşündükçe korkum katlanmaya devam etti. Eşim karanlık sularda çoktan gözden kaybolmuştu.
Adamlar onun yüzme stiliyle pek ilgilenmediler. Benim etrafımda daire oluşturup yüzmeye devam ettiler. Giderek daireyi daraltıyorlardı. Artık korkmuyordum. Sanırım şoka girmiştim. Yalnızca daralan daireyi gözlüyor ve bekliyordum. Neyi? O kadar yaklaştılar ki uzansalar bana dokunabileceklerdi. Derken arkamda farklı şapırtılar duydum. Bu, sırtüstü kelebek şapırtılarının sesiymiş meğer. Eşim yıldırım gibi fırlayıp önce dairenin içine daldı, sonra beni kolumdan tuttuğu gibi dışına çıkarttı. Her şey çok çabuk gelişti. Adamlar şaşkın bakışlarla bizi izlerken eşim acil komutlar verdi, “Yunusun yüzgecine tutunur gibi tutun, uçuşa geçiyoruz!” Gerçi daha önce hiçbir yunusa dokunmamıştım ama bu işi hatasız bir şekilde başardım. Çok açılmamıştık, bir dakika içinde kıyıda vardık.
Beni kendine siper ederek sıkıla utana denize giren eşim, artık yiğidin malı meydandadır edasıyla ve gerçek bir külhanbeyi gibi yürüyordu. Yetmezmiş gibi tam bir dönüş yaparak denizde neye uğradığını şaşırmış olan zavallı sapıklara bir güzel şov yaptı. Sonra giyindik. Adamlar kıyıya çıkmak için bizim uzaklaşmamızı beklediler.
Eşimin kaçtığını düşünmenin utancını uzun yıllar atamadım üstümden. Alanya’nın taşı toprağı döviz olabilir ama o gece aldığım dersi çapraz kurla hesaplamaya gerek yoktu. Bazen risk almak, bir yunusun yüzgecine tutunabilmeyi gerektiriyor.
Zerrin Oktay
zerrinoktay.bodrum@gmail.com