Mahallenin serserisi
Bir zamanlar Mecit adında bir arkadaşım vardı. Öyle aman da aramızdan su sızmaz diyebileceğim kadar samimi değildik aslında ama iyiydik, selamlaşıyor ve kimi zaman kurulmuş bir oyun varsa katılıyor, oynuyorduk.

Daha sonraları da zaten ufak tefek pastane, kafeterya gibi ortamları, diğer arkadaşlarla toplu halde olmak koşuluyla paylaşmaya başlamıştık. Sohbeti güzel, seçtiği konularsa insanı saran tiplerdendi.
Mecit’in nişanlı bir ağabeyi vardı. O yaşça bizlerden büyüktü ve pek aramıza katılmazdı. Karşı karşıya apartmanlarda oturuyorduk. Ağabeyi nişanlısıyla birlikte genellikle pencere önünde oturur, birlikte gelen geçen araçları izler ve aralarında sohbet ederlerdi. Nişanlısının da bir erkek kardeşi vardı. Kardeşinin adını şu an artık hatırlamıyorum ama yanılmıyorsam Ersin’di. Onun hakkında fazla bir şey bilmiyorduk. Yaşı bize daha yakındı aslında ama onu hiçbir koşulda aramıza almayı düşünmedik. Kendisi tipik bir serseriydi. İçki içer ve uyuşturucu madde kullanırdı. Şimdi böyle yazıyorum ama aslında o günlerde bundan bile haberimiz yoktu. Farklı ortamlarda takıldığı için bizim kendisiyle hiçbir ilişkimiz olmamıştı. Açık konuşmam gerekirse ben Ersin’in varlığından bile habersizdim. Ta ki o güne kadar…

Bir gün okuldan döndüm, apartmanın dış kapısını anahtarımla açtım ve içeriye girdim. O zamanlar öyle afili sensörlü, detektörlü aydınlatma sistemleri filan yoktu tabii. Sokak kapısından merdivenin başına kadar olan mesafe o kadar büyüktü ki günümüzde içine şu bir artı bir dairelerden biri rahatça sığabilirdi. Sokak kapısının camından başka hiçbir ışık sızmadığı için doğal olarak merdivenin yanı loş olurdu ama yolu ve basamakları ezbere bildiğim için nedense ışığı yakma gereği duymamıştım. Tam merdivene vardığım anda ansızın birinin gölgesini fark ettim. İlk önce ürperdim ama sonra o gölge yanıma yaklaşınca arkadaşım Mecit olduğunu anladım. Ne ki o öyle karanlıklarda, tenhalarda ansızın karşınıza çıkacak biri değildi. Onu tanıdığım anda korkum geçti ama bu kez de kendisi için kaygılanmaya başladım. Karşıma dikilip uzun uzun yüzüme baktı. En sonunda sessizliği bozmam gerektiğini anladım. “Hayırdır Mecit, ne yapıyorsun burada?” Nedenini bilmiyorum ama bu soruyu fısıltıyla sormuştum. Eliyle basamakları göstererek oturmamı işaret etti. Suskunluğu kaygımı bir kat daha arttırmıştı. Usulca geçip basamağa oturdum. O da yanıma yerleşti. Öylece bir süre daha susuştuk. Baktım olmuyor, sessizliği yine ben bozdum ve tıslayarak çıkıştım, “Konuşacak mıyız, yoksa karanlıkta öylece oturacak mıyız?” Derin bir nefes aldı ve bana aklından geçenleri aktardı.
“Zerrin, biliyorsun ki yengemin bir kardeşi var. Ben de biliyorum ki sen onunla buluşuyorsun. Keşke bana söyleseydin. Haberim yoktu ilişkinizden ve saçma sapan konuştum, aklım sıra seni savundum ve o da beni pişman etti.” Sanki benim hakkımda değil de el âlem hakkında bir söylentiyi aktarıyordu. Duyduklarım karşısında şaşkına dönmüştüm. “Kiminle buluşuyormuşum, benim kimseyle buluştuğum filan yok.” dedim sakin kalmaya çalışarak. İçimden iyi tanıdığım bir ses çığlık atıyordu ama kendime hâkim oldum.
O yıllarda, yani yarım asır kadar önce biriyle buluşmak öyle güncel bir olay olarak algılanmazdı. Büyük bir suç ve hatta namus konusuydu. Kadınlar toplumun gözünde, bekâret zarlarının sağlamlığı kadar saygı görüyor, evlenmişlerse parmaklarındaki alyansla itibar kazanabiliyorlardı. Nüfus kâğıtlarımızda bile, eğer evlenmemişsek, medeni durum hanesinde “Bakire” ibaresi vardı. Evli değilsek bakire olmak zorundaydık!

Mecit yanıma oturmuş, yengesinin erkek kardeşiyle buluştuğumuzdan söz ediyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. O da şaşkınlığıma anlam veremedi çünkü gerçekten de Ersin’in söylediklerine inanmıştı. Ersin onu inandırmak için ne yapmış olabilirdi? Mecit’le arkadaşlığımızı gözden geçirmem gerektiğini düşündüm. Sanırım hayal kırıklığımı o da fark etmiş olmalı ki anlatmaya başladı.
Erkeklerin bir araya geldikleri bir muhabbet ortamında her zamanki gibi mahallenin kızları hakkında konuşuyorlarmış. Derken bir şekilde benim adım geçmiş. Mecit ortamdaki delikanlıları susturmaya koyulmuş. Beni bu muhabbete karıştırmamalarını rica etmiş. Benim için ‘sağlam kız’ demiş. Ersin de varmış aralarında ve Mecit öyle konuşunca kendisiyle birkaç kere buluştuğumu iddia etmiş. Mecit de bunun üzerine onu alaya alarak esrardan uçtuğu anlarda benimle buluşmuş olabileceğini söylemiş ve onu susturmuş. O gün bu Ersin denen serseriyle fena halde dalga geçmiş ve onu söylediklerinden dolayı utandırmışlar. Aradan birkaç gün geçmiş ve yine kalabalık bir ortamdayken Ersin ansızın yanlarına gelip Mecit’e saldırmış ve onu bir güzel dövmüş. Öyle ki yüzü gözü kan içinde kalmış. Dudağı patlamış, gözü morarmış ve yüzü tümüyle şişmiş. Zavallı arkadaşıma yumruklarını indirirken bir yandan avazı çıktığı kadar bağırıyormuş. Sözde kendisine Mecit’i şikâyet etmişim, bana asıldığını filan söylemişim. O hamleden sonra, Mecit de dâhil olmak üzere herkes gerçekten de kendisiyle buluştuğumuza inanmış.
“Bu ne zaman oldu?” diye sorduğumda benim de nutkum tutulmuş haldeydi. Hemen o gün birkaç saat önce olmuş. Ayağa kalktım, uzanıp apartmanın otomatik düğmesine basıp ışığı yaktım. Arkadaşımın yüzünü görünce şok geçirmiş olabilirim. Gerçekten de yüzü gözü dağılmış haldeydi. Dostluğumuzdan şüphe ettiğim için bir an kendimden utandım. Mecit’in yerinde ben olsaydım eminim ki ben de inanabilirdim o serserinin söylediklerine. “Nasıl yapacaksan yap, bana bu Ersin’i göster.” dedim. Bunu gayet mafyalara özgü bir ciddiyetle söyledim. Neden öyle yaptığımı ben de bilmiyorum. Mecit bu kez de hayretler içinde bana bakıyordu. “Nasıl yani, yüzünü de mi görmedin, hiç mi tanımıyorsun?” diye sordu. “Tanımıyorum, az önceye kadar öyle birinin var olduğunu bile bilmiyordum.” dedim. Mecit artık rahatlamış görünüyordu. Beni savunmakla hata yapmadığını anladı. Yine de içi o kadar rahat değildi elbette. Bu iş burada bitemezdi. “Sence ne yapmalıyız?” diye sordu. Mafyalara özgü ciddiyet beni bir kez ele geçirmişti, istesem de üzerimden atamıyordum. “Sen bana o piç kurusunu göster, gerisini ben hallederim.” dedim.

Neyime güvenip böyle kesin bir dille konuştuğumu bilmiyorum ama kararımı vermiştim. Ne de olsa bizde (mafya) laf ağızdan çıkardı. Onu sokak ortasında, herkesin gözü önünde rezil edecektim. Yalnızca benim namusuma laf edip itibarımı sarstığına değil, arkadaşımı dövdüğüne de pişman olacaktı. Bunu nasıl yapacağımı henüz bilmiyordum ama bir yolunu bulacağımdan emindim.
Derken aradan birkaç gün geçti. Bir gün Mecit’le birlikte pazara gidiyorduk. Ben kabak alacaktım ama açıkçası, sebze seçmeyi bilmiyordum. Mecit bana yardımcı olacaktı. Yolda Ersin’le karşılaştık. Mecit onu görür görmez beni kolumdan dürttü ve göz ucuyla onu gösterip yanımdan biraz uzaklaştı. Uzaklaşmasına gerek yoktu aslında. Benim yanımda gelip yürüyemezdi üstüne ama işte bir kez içine o şüphe tohumu ekilmişti. Tedbirli olmayı seçti. Bunun için kendisine kırılmadım. Onu anlayabiliyordum. Ersin’i, yanımızdan geçerken iyice inceledim. Mecit haklıydı, o gerçekten de hiçbir koşulda buluşmak isteyeceğim biri değildi. O gün ilk kez gördüğüm bu serseriyi sonraki gün karşı apartmana yaslanmış, bizim pencereyi gözetlerken yakaladım. O gün de evde benim ağabeyler vardı. O ağabeyler ki her biri birer namus bekçisiydi.
Onlara durumu anlattım. Tam olarak olaylar nasıl geliştiyse, öylece aktardım. Arkadaşımı durduk yere dövdüğünü ve bunu sırf milleti sözlerine inandırmak için yaptığını da söyledim. Abiler hemen atağa geçtiler. “Kim o piç kurusu?” diye çıkıştı en büyüğü. Onu pencereye çağırıp tülün arkasından Ersin’i gösterdim. Tam da o anda yine bizim pencereye göz atmaz mı? Ağabeylerin ikisi birden kollarını sıvadı. “Sen ona işaret yap, oyala, biz iniyoruz.” dediler. “Bu onu ikinci görüşüm, ne işareti yapacağımı bilmiyorum.” dedim. Ağabeylerin hoşuna gitti bu açıklamam. Eminim benimle gurur da duymuşlardır. Ne de olsa ‘sağlam’ kızdım ben. “Göz kırp, gülümse, yap işte bir şeyler.” dedi büyük ağabey. Ben de tülü kaldırıp pencereye cephe ettim kendimi. Sanki o anda başıma büyük bir iş gelecekmiş gibi kalbim hızla çarpıyordu.
Göz kırpmadım. Gülümsemedim de. Sadece gözümü diktim ve ona bakmaya başladım. Mecit beni pencerede görünce hemen o da çıkarttı başını ve eğilip nereye baktığımı kontrol etti. Baktığım yerde Ersin’i görünce şaşırıp kaldı. Ona bakmıyordum ama Ersin’e bakarken göz ucuyla görebiliyordum. Mecit’e, “Beklemede kal” anlamında bir el işareti yaptım sonunda ve aynı anda ağabeylerimin karşı kaldırıma geçtiklerini gördüm. Ağabeylerden küçük olanı bana başıyla işaret edip içeri girmemi istedi. Ben de tekrar tülün arkasına geçtim ve oradan izlemeye devam ettim.
Ne diyebilirim, Ersin “sağlam” bir meydan dayağı yedi. Öyle ki döndüklerinde her iki ağabey de yorgun düşmüşlerdi. O gün bizim cadde kalabalıktı. Mecit’in intikamı alınmış, benim namusum da temizlenmişti. Ersin diyorum ama belki de adı Ekrem’di, ya da Enver. Gerçekten de adını hatırlamıyorum ama onun beni unutmadığından eminim.
Daha önce de belirttiğim gibi, o günlerde namus çok önemliydi, hatta her şeyden daha önemliydi ve sadece kadının bacakları arasındaydı. Bugün iktidara en çok karşı gelenler kadınlarsa hiç şaşırmayalım çünkü elli yılda alabildiğimiz mesafeyi bir çırpıda yıkacak olan bir zihniyet söz konusudur. O günleri yaşamış olduğuma gerçekten de üzülüyorum. Tüm yaşıtlarım da benimle hemen aynı talihsizliğe maruz kaldılar. Kadınları birer et parçasına indirgeyen zihniyetten arınmak için daha kaç elli yıl savaş vermemiz gerekiyor? Bugün pencereden baktığımda her yerde Ersin’ler görüyorum. Erkek veya kadın bedeninde yaşayan dayakçı, iftiracı, itibar düşmanı Ersinlerin ve egosantrik ağır ağabeylerin sayısı günden güne artıyor. Yeni yılın ilk yazısı da böylece sona eriyor. Herkese “sağlam” bir yıl dilerim.
Zerrin Oktay