Sağduyuya İhanet
Dün bir arkadaşımla telefon görüşmesi yapıyordum. Dediğine göre Morgan Freeman’ın kendi üvey torunuyla özel bir ilişki yaşadığına dair dedikodular dolaşıyormuş etrafta.

Az önce ben de kendi araştırmamı yaptım. Yabancı basından anladığım kadarıyla Morgan Freeman gibi torunu E’Dena Hines da bu dedikodunun asılsız olduğunu açıklamışlar. Morgan Freeman bu bilgi kirliliğinin medya tarafından satış kaygısıyla özellikle dillendirildiğini ifade ederken E’Dena Hines ise bu çirkin iftiranın hem kendisi hem de ailesi için kalp kırıcı ve yıkıcı bir etki yaptığına değinmiş. Bunun bir yalan beyan ve linç dedikodusu olduğu, E’Dena’nın uyuşturucu kullanmış olan sevgilisi tarafından yirmi beş kez bıçaklanarak öldürüldüğü 2015 yılında anlaşıldığı gibi, 2019 yılına kadar süren cinayet duruşmaları vs. fısıltı halinde sürmüş ama bugün artık konu kapanmıştır. İnternetin hayatımıza girmesiyle bilgi akışının hızlanması da bir yere kadarmış, bizim ülkeye bu bilgiler daha yeni ulaşmış demek ki. Neyse.
Arkadaşımdan bu meseleyi öğrendiğim anda kendimi, Morgan Freeman’ı savunurken buldum. O benim en sevdiğim aktörlerden biridir. Hakkında asıllı ya da asılsız her kim ne tür bir kir, pislik, çamur atarsa atsın, ben o güzel oyuncuya sırtımı asla dönmem. Ona olan hayranlığım, sanatçı yanıyla sınırlıdır. Özel hayatı, cinsel tercihleri -ki bu da olabilir- ya da aile içi yaşamı beni ilgilendirmez.

Aynı şekilde tavrım, hayranı olduğum Sean Penn için de geçerliydi. Onu da vatan haini ilan etmişler, bu meyanda linç operasyonlarına girişmişlerdi. Asla Sean Penn’i takdir etmekten vazgeçmedim çünkü yaptığı işi görmüş ve kendisine hak vermiştim. Daha yakın tarihlerde Knut Hamsun da Nazi sempatizanıymış diyerek insanlar tiksintiyle anmaya başlığında usta yazarın kalbimdeki yeri sarsılmadı çünkü o birinci sınıf bir yazardı ve ben onun özel hayatını ya da siyasi duruşunu değil, kalem ustalığını seviyordum ve yazdıklarıyla benim aklımı bir kez bile çelmeye ve beni de kendisi gibi Nazi sempatizanı yapmaya çalışmadığını biliyordum. Gerisi beni ilgilendirmezdi.
Ülkemizde de Ahmet Kaya’lar, Ahmet Altan’lar daha önceki tarihlerde Nazım Hikmet’ler, hatta Deniz’ler hep benzer biçimlerde aşağılanmaya çalışılmadı mı? Bu eylemler onları olduklarından daha vasat birer sanatçı, gazeteci, şair ya da devrimci yapmadı. Tüm bu girişimler onların takipçiliğini yapan sürü güdümlü insanların desteğini zayıflatmaktı. Birini sürgün ettiler, diğerini hapsettiler, birkaçını doğduğuna pişman ettiler. Pekiyi, ne oldu? Dünya güneşin etrafında nasıl dönüyorsa sistemin çarkları da aynı şekilde dönmeye devam etti.
Yazımı burada kesiyorum çünkü beni asıl odaklanmak istediğim konudan uzaklaştırıyor. Buna izin veremem elbette. Benim odağım, sistemin yararına ya da zararına dokunanlar değil, yalan beyanlara ve dedikodulara inanacak kadar boş, kendi sağduyularına ihanet edecek kadar öz güven yoksunu, sürü güdümlü insan topluluklarıdır. Evet, asıl aydınlanmak istediğim alan, bu insanların eğilimleridir.
Aşk son derece güçlü bir çekim yaratır ve elimizde olmadan bir kontrolsüzlük haline sürükler bizi. Sevgi ise emektir. Zamanla gelişir. Bir kimseye ya da nesneye ne kadar emek harcarsanız, zaman içinde gözünüzde değeri o kadar artar ve sevginiz artar, sınırları aşar çünkü karşınızda kendinizden bir şeyler ya da kimi zaman doğruca kendinizi görmeye başlarsınız. Aşk çok güçlü bir duygu olmasına karşın, sevginin yanında hiç kalır.
Aşk ve sevgi üzerine bu küçük paragrafı da ekledikten sonra artık ruhsuz, soğuk ve nasırlaşmış bir zihne sahip olmadığımı iyi kötü anlattığımı düşünüyor ve asıl konuyu açıklamak istiyorum, o da hipotez olarak adlandırabileceğim olguya getiriyor beni. Aşkın çılgınlığına, sevginin sınırsızlığına bir dur diyebilmemiz gereken anlar vardır. Hipotezim tam da burada devreye giriyor: saygı. Saygı aşk gibi coşkun, sevgi gibi aşkın değildir, o ağırbaşlıdır. Bir kişiye saygı duyabilmek için beklentilerimizin karşılanması şarttır. Yoksa kimse durduk yere bir başkasına saygı duymaz, duyamaz. Karşımızdaki kişinin güvenirliği çok önemlidir. Ona güvenebilir miyiz? Varlığıyla bize tekâmül yolculuğumuzda ışık tutması, bize birtakım artılar kazandırması gerekir. Yolumuzu düzleyip aklımızı, ruhumuzu besliyor mu? Bu ve bunun gibi beklentilerimizi karşılayan kişilere saygı duyarız.
Elbette saygıyı tamamen yanlış değerlendirenler de az değiller. Kiminin mevkiine, kiminin maddi varlığına, kiminin çekiciliğine saygı duyanları da tanıdık, tanıyoruz. Onlar, saygı duydukları kişilerin kendilerine değil, sahip oldukları güce saygı duyanlardır. Elbette aşk gibi, sevgi gibi saygıyı da sınırsız, büyüttüklerinden, genelde tapınma seviyesine taşırlar. Bu nedenle onları yazımda incelemek istemiyorum. Bırakalım onlar meclis olsunlar, benim sözüm zaten meclisten dışarıya.
Saygı duyduğumuz bir kişiyi, birtakım dedikodu fısıltılarına kurban etmek doğru mudur? Menşei belirsiz yalan beyanlara kulak verip kendi öz irademizle ve bizzat aklımızla yaptığımız değerlendirmeleri bir kenara fırlatıp yön değiştiremeyiz. Bu neye benzer biliyor musunuz? Esintiye yakalanmış, kullanılmış, boş bir poşet düşünün. Hava akımı ne yöne sürüklerse o tarafa yuvarlanan, kimi zaman dertop olan, kimi zaman şişip, uzayıp anlamsız şekillere bürünen, çamura batıp çıkan, kirlenmiş birer poşetten farkımız kalmaz. Saygı duyduğumuz bir insana, yaptığı işlerden dolayı destek olmaktan, sesine ses katıp çoğalmasına, güçlenmesine katkı sunmaktan vazgeçmek, aslında kendi aklımızla vermiş olduğumuz kararları hiçe saymaktır. Öz varlığımızı, değer yargılarımızı, kendimizi hiçe saymaktır. O zavallı poşete dönüşmektir. Sürü güdümlü insanlar topluluğuna katılmaktır. Yapmayın. Kendinize biraz saygınız varsa, fısıltı haberlerine, yalan beyanlara, el altından piyasaya sürülen kirli dedikodulara kulak vermeyin. Birey olmak mı istiyorsunuz, bunun için sağduyunuza, iç sesinize, kendinize güvenmelisiniz.
Zerrin Oktay