SIĞINMACI NEFRETİ IRKÇILIKTAN DOĞAR

Yaşadığımız doğal afetin bir başka boyutu belirdi. Başını aylardır, ismi lazım değil bir partinin başkanı ve türevlerinin çektikleri bir kin kusucu ırkçı güruh peydahlandı.

Suçlu-masum ayrımı yapmaksızın bütün Suriyeli/Afgan sığınmacıları hedefe koyuyor bu güruh. Canları öyle çektiği için ‘öteki’, ‘aşağı ırktan’ saydıkları insanlara iftira atarak linçe girişiyorlar. Nitekim linç kurbanlarının çoğunun yağmacı sığınmacı filan olmadıkları; tersine depremzede ve hatta Türk oldukları ortaya çıkıyor bir süre sonra. Kaldı ki yağmacı, hırsız, talancı ve gayrıtürk olsalar ne olur? Bir güruh kendisini adalet dağıtıcısı düzeyine nasıl çıkartabilir? İlla bir şey yapmak istiyorlarsa, her alanımıza çöreklenmiş büyük ve esas vurgunculara yöneltseler ya öfkelerini!
Sığınmacı karşıtlığı üzerinden, ülkede zaten var olan linç kültürü kaşınıyor. Böyle bir kalkışma, yüzlerce sığınmacının ölümüyle sonuçlanabilir. Egemenlerin bu tür olayları karşıtlarının üzerine atarak, onları baskılama, giderek faaliyetlerini yasaklamaları ihtimali de var. Hatta iktidarın, seçimleri bir başka bahara erteleme yoluna gitmek için aradığı bahaneyi kucağında bulma, böylece kendi iktidar sürecini uzatma niyetiyle göçmene öfke örgütlüyor olma ihtimali de söz konusu.
Şimdi gelelim olayın teorik boyutuna… Bir toplumun öbür toplumlardan fiziksel, entelektüel ya da ahlakî bakımdan daha kötü, daha güçsüz, daha aşağı olduğunu düşünmenin; bunu da atalardan miras biyolojik farklılıklara bağlamanın ırkçılık olduğunu; hedefteki toplumun 3-5, bilemedin, 50-100 mensubunun yaptıkları yüzünden tümünün kovulması ya da lanetlenmesini düşünmenin insanlık dışı olduğunu; ötekileştirdiği insanların daha azla yetinmesi gerektiğini savunmanın alçaklık olduğunu; bu zihniyetin öncüllerinin 1930’larda Avrupa’yı kana buladıklarını bilince çıkartmalıyız. Çünkü 1968’de ırkçılık karşıtı Martin Luther King’in katledilmesi üzerine çocuklara ırkçılığın nasıl aptalca bir şey olduğunu öğretmek amacıyla ‘Ayrımcılık Deneyi’ni gerçekleştirmiş en kuraldışı öğretmen Jane Elliott’ın söylediği gibi, “bir eğitimci olarak işim, derideki pigment miktarına göre kendini diğerlerinden aşağıda veya yukarda görme cehaletinden seni kurtarmaktır. Derindeki pigmentlerin senin zekânla veya insan olarak değerinle hiçbir ilgisi yoktur.”

Bunun idrakinde olmayan cehalet, o günkü ruh haline göre Kürt, Ermeni, Rum-Yunan, Çingene benzeri kavramları küfür olarak kullanagelmiştir bu ülkede. Buna şimdi de, çoğu, sefaletten kurtulup daha güzel bir hayat için ya da savaştan ve tutsaklıktan kaçmak için bohçasının içindeki eşyaları arasına umut dolu yüreğini sokup yola çıkmış; buraya gelince de umutları tükenip korku dolmuş sığınmacıları eklediler küfürlerine. Hâlbuki bu göçmenler burada, aralarında siyasetçilerin, kaçak işçi tacirlerinin, çocuk emeğini sömüren salyalıların, futbol simsarlarının, pezevenklerin olduğu bir güruhun insafına kalmış insanlar. Onlar da bizler gibi işçi, muhasebeci, usta, öğretmen, inşaat ustası, çiftçi filanlar. Hepsinin aileleri var. Onların da, bugün yoksulluk, hastalık ama en önemlisi de savaşlarla engellense de hayalleri var. Hayalleri çok basit aslında: hava gibi, su gibi, kısaca yaşamak gibi en temel insan ihtiyaçlarına kavuşmak. Hepsi de daha iyinin peşinden gitmeye çalışıyor, hepimiz gibi.
Ancak geldikleri ülkede bir bakıyorlar ki, etrafları onları doğuştan suçlu sayan; onlara selam vermeyi, kız vermeyi, ev kiralamayı, komşu olmayı, alış-veriş yapmayı onur aşınması olarak gören insanlarla çevrili. Onları aşağı, kendilerini asil sayan ırkçıların ortasında kalakalmışlar.
Irkçılar, hangi gruptan gelirse gelsin, bir olay veya olgu karşısında düşünmez, güdüsel olarak hareket ederler; ilkel reflekslerin tutsağıdırlar. Tarih boyunca, soykırımlar, pogromlar, katliamlar, göçürtmeler gibi trajik olaylarda egemenlerce kullanılmışlardır.
Mensup oldukları nüfus, son tahlilde, neredeyse tümüyle ‘dağdan gelip bağdakini kovan’ deyimini doğrularcasına, tarihi binlerce yıl öncesine dayanan işgalcilerin tohumlarından oluşan bizim ırkçılar, savaşlarla, açlıkla, sefaletle kavrulmuş bu insanlara yer açmak istemiyorlar. Kendi dedelerinin nereden, hangi şartlarda geldiklerini; sonradan da, tek dilli, tek dinli, tek bayraklı kalıplara dökülüp, aslında çok kültürlü olan bir toplum oluşmasına katkı sağladıklarını unutup sığınmacıları lanetlemeye, linç etmeye, kovmaya çalışıyorlar.
Hâlbuki bir yazarımızın söylediği gibi, “Göçmen karşıtlığının, mazlumun mazluma haksız ve yanlış bir ‘ahı’ olarak ayıplanması gerekir. Eşitsizliğin, yoksulluğun, işsizliğin, niteliksiz kamu hizmetlerinin sorumlusunun onlar olmadığını bilince çıkartmak gerekir. Çünkü ırkçılık sadece emekçileri bölmez, aynı zamanda en alttakilere dönük sınıf kinine de akacak bir mecra ve ‘meşruiyet’ sunar.”