Zerrin Oktay Yazdı : Tuval
Yaşam bir serüvenler dizgisidir.
Hatalarla, kayıplarla, ödüllerle dopdolu geçen, kimi zaman bir döngüye ya da sarmal dokuya sürüklenebilen bir atlası oluşturan yaşam kişileri farklı etkiler ve yollar, zamanlar, mekânlar gibi türlü ayrılıklar içerir ama diğer yandan hepimiz şunu iyi biliriz: sonunda mutlaka ölüm vardır. İçten içe, attığımız her adımın, her cesur girişimin, her vazgeçiş kararının, bizi farklı yönlerden de olsa tek bir odağa, ölüme taşıyan birer tuval olduğunu biliriz. Ölümün kendisi ürkütücü olabilir, o yüzden bunu düşünmek, zikretmek hoşumuza gitmez. Gündem konusu yapmaktan kaçınırız çoğu zaman. Diğer yandan o büyük bekleyişin içinde olduğumuzu biliriz. Godot’u beklemek, dünyanın en keyifli, en inanılmaz bekleyişi olsa gerek. O kadar keyiflidir ki o bekleyişten sıkılmaz, yeter artık, ne olacaksa olsun demez ve her yeni günde bir sonraki günü beklemenin büyüleyici çekiciliğine kapılırız. Ne de olsa elimizde birer tuval vardır. O tuvali emeklerimizle, hayallerimizle ya da her birinden paylaştırarak dilediğimiz gibi renklendirebiliriz.
İnsan yaşamı üç ana bölümden oluşur: Göz açma, görme ve hesaplaşma bölümleri. Göz açma bölümü çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızı kapsar. Bu bölümde akla gelebilecek her şeyi öğrenme çılgınlığı yaşarız. Aslında öğrendiklerimizin gelecekte tam olarak ne işe yarayacaklarından emin olamasak da öğrenme açlığımız bizi daima ileriye taşıyacaktır. Bunlar en masum, en tozpembe yıllarımız sayılır ama kıymet bilmez, bir an önce yetişkin sayılmak için zamanın hızlı, daha hızlı akmasını isteriz. Günün sonunda sabırsızlıkla beklediğimiz ikinci bölüme kavuşur ve çok geçmeden yaşamın gerçekleriyle yüzleşmeye başlarız. İş hayatı, aile kurma, sorumluluklar, sabahları uykumuzun en tatlı anlarının katili olan saatin itici alarm sesi; hoşumuza gitse de gitmese de birtakım görevlerin yerine getirilmesi zorunluğu derken gerçek birer yetişkin oluruz hem de sabırsızlığımız yüzünden yeterince keyfini çıkartmayı akıl edemediğimiz o masum yılların tadı damağımızda kalarak.
Bir kuşun, hayatı boyunca kaç kez yuva yaptığını, kaç kez yavrularına uçmayı öğrettiğini ve yeni baştan kendi özgürlüğüne kanat çırpamaya fırsat bulduğunu bilmiyorum. Bir insanınsa çocuklarını hayata hazırlayıp yuvadan atmaları tam olarak kendi yetişkinlik dönemlerinin tamamına denk gelir, kimi zaman bu dönem aktif ebeveynlik süresinin tamamlanması için yetersiz de kalabilir. Diyeceğim o ki insanların bu dönemleri aslında başlı başına bir maratondur. Öyle bir maraton ki değil özgürlük, bunun hayalini bile kurmaya çoğunlukla zamanları yetmez.
Saçlarda biriken beyaz dertler, yüzlerde derinleşen hayat çizgileri, kaplanan dişler, kalınlaşan bedenler, donuklaşan gözler derken artık çocuklar yuvalarından uçup gitmiş, geriye kalanlar için hesaplaşma dönemine gelinmiştir. İlk tepkimiz, serüvenlerimiz boyunca yanımızdan hiç ayırmadığımız tuvalimize sımsıkı sarılmaktır. Olgunluk dönemimizin ilk haftaları tuvalimizi incelemek ve değerlendirmekle geçer. Çoğumuz açık ve parlak renklere odaklanır çünkü o renkler bizi gülümsetir ama karanlık ve puslu renklerin de hakkını vermek gerekir. Kendi kendimize bir seri gerekçe ve bahane bularak o renkleri anlaşılır bir boyuta taşımaya çalışırız. Bu öyle ustalık isteyen bir iştir ki hesaplaşma döneminin önemli bir kısmını bununla tüketiriz. Sonunda onu en uygun bulduğumuz duvara asarız. Ne de olsa birkaç adım geriye çekilip karşıdan da incelemekte yarar vardır. İşte tam da bu noktada bence insanlar ikiye ayrılır. Bir bölümü ki büyükçe bir bölüm olduğunu düşünüyorum, ortaya çıkardıkları tablodan hoşnut kalır. Diğer bölümse tablonun fırça darbeleri arasındaki boşluklara odaklanır. O boşluk ki ustanın bırakmış olması gereken izleri yansıtması gerekirdi oysa ortada hiçbir iz yoktur. Dünya genelinde pek çoğumuz hayatlarımızı, üzerinde hiçbir kayda değer iz bırakmadan geçiririz ve yalnızca bazılarımız bunu görüp rahatsız olur.
Ben rahatsızım. Çok rahatsızım üstelik. Uzunca bir süredir tuvalimi inceliyorum ve gördüğüm o boşluklar beni deli ediyor. Ben bir hayalperestim ve hayatımın onda altısını hayal kurarak geçirmiş olabilirim. Koşullar elvermiş olsaydı bu oran onda dokuzlara doğru da tırmanabilirdi. Sorun şu ki hayalleri anı gibi saklayamıyor insan. Hayallerimin çoğunu unuttum gitti. Oysa onlar üretkenliğimi beslemeliydi ama bu olmadı gibi geliyor bana. En azından hayata bir iz bırakmaya yeterli olmadılar. Yetişkinlik dönemimde ne yaptım? Çalıştım, hep çalıştım. Bununla birlikte, benim olsun olmasın, karşıma çıkan her borcu ödemeye gayret ettim. Diyebilirim ki hayatım borç ödeyerek geçti. Günlerimse, yemek içmek dışında işe gitmek, eve dönmek, televizyon izlemek ve uyumaktan ibaretti. Fırsat buldukça da unutulması kaçınılmaz ama bir o kadar da beni içine çeken hayaller kurdum. Aferin bana! Tuvali sandığa kaldırdım çünkü ona bakacak gücü kendimde bulamıyorum. Üzerinde ustasının izleri olmayınca sanki o hayatı benim yerime tanımadığım biri yaşamış gibi hissediyorum. O usta benden başkası değildi ama izlerin yerini boşluklar doldurmuş. Kendi kişisel sıkıntılarımı bu yazıya eklemekte yarar gördüm çünkü beni en başta bu metni yazmaya iten onlardı.
İz denince akla ilk gelenler arasında sanat eserleri, icatlar, ülkeye fayda sağlayacak yatırımlar, siyasi ya da askeri hamleler, örneğin fetihler olabilir. Ne ki izlerin ille de tarihe geçecek boyutta olması gerekmiyor. A ülkesinde icat edilen bir ürünün B ülkesinde de üretimini yapabilmek bir izdir bana göre. İlle de icatlara gerek yok. Kentte karşılaştığımız bir kolaylığı kasabamıza döndüğümüzde oraya aktarmak da bir izdir. Bir kitabın çevirisini yapmak, bir şiire beste yapmak da izdir. Bir yorumcunun seslendirdiği şarkıya hakkını vermesi izdir. Bir icadı geliştirmek, onu daha işlevsel kılmak, bütün bunlar birer izdir. Kasvetli bir ortamda doğru sözcüklerle, doğru zamanlamayı yaparak belki bir fıkra anlatmak ve çevredeki herkesin yüzünü güldürmek de iz sayılır. Kendimiz ya da başkaları için gerçekleştirdiğimiz her eylem iz bırakabilir, en derin izleri de başkaları için yaptıklarımız bırakacaktır.
Aslında eylem kadar yapıcı, iyi dileklerimiz de önemlidir. Diyelim ki lambamızı parlattık ve içinden çıkan cin bize üç dilek hakkı verdi. Sınırlı dilek hakkımızı çoğunlukla sağlığımız, mutluluğumuz ya da para için kullanırız. İçimizde en iyi niyetlilerimiz dilek haklarını çocukları için kullanır.
Sihirli lambanın içinden çıkan cini bir kenara bırakalım. O alt tarafı bir masaldı ve bizim dilek hakkımız üçle sınırlı değiller. Sınırsız dilek hakkına sahibiz ve biz tek bir dileğimizi dahi başka kimseler için kullanmayı düşünmüyoruz. Kendi yakınlarımızı geçelim, gördüğümüz çaresiz, yoksul ya da engelli kişileri de geçelim çünkü orada acıma duygusu ve dolayısıyla ego devreye giriyor; doğal afetler, savaş, kıtlık ya da benzeri olaylar karşısındaki toplumsal içerikli dileklerimizi de bir kenara bırakalım. Sokakta yanından geçtiğimiz, adını, maddi durumunu, huylarını ya da sıkıntılarını bilmediğimiz, normal koşullarda umursamayacağımız bir kişi için iyi dileklerde bulunuyor muyuz? Elbette bulunmuyoruz, çünkü dileğimizi ziyan etmiş olmaktan korkuyoruz, çünkü benciliz ve bu herhangi birine iyilik yapmaya benzemiyor, yaptığımız iyilikle övünebilir, çevremize ne kadar da esaslı biri olduğumuzu gösterebiliriz, oysa bir dilekte bulunmanın övgüye değer bir yanı yoktur. Egomuzun bizi ne kadar da zavallı bir duruma düşürdüğünü görmezden geliriz. Oysa alt tarafı bir dilektir bağışlayacağımız ve biz bunu bile çok görüyoruz.
Ben bugün tuvalimi sandıktan çıkardım ve ilk dileğimi tanımadığım birileri için kullandım. Dilerim işlerinde ve hayatlarında her şey umdukları gibi gitsin. Oldu işte, ilk izimi bıraktım tuvale. Daha sayısız dilek hakkım var ve ben iyi dileklerimi bağışlamayı alışkanlık haline getirecek, kabul olmalarını umarak, yine başkalarına, yine içtenlikle bunu sürdürmeye devam edeceğim.
Zerrin Oktay